Venüs Projesi

21 Şubat 2011 Pazartesi Şahap Fırat

Internette 100 milyon insan tarafından izlenen bir belgesel paranın olmadığı ütopik bir yeni dünya düzeni öngörüyor. Bu düşün gerçekleşmesi için 450 bin kişi destek veriyor.

Zeitgeist_Addendum Türkçe Altyazılı - Geri Dönüş Yok
Venüs Projesi'nin anlatıldığı Future By Design belgeseli. (Türkçe altyazı)

Son iki yılda 100 milyon insanın izlediği bir belgesel, özellikle dünya gençleri arasında bir çılgınlığa yol açtı.
Parasal düzenin tüm insanlığı hapsettiğini, büyük şirketlerin ve bankaların da bu sisteme yardım ettiğini savunan Zeitgeist belgeselleri, alternatif olarak paranın olmadığı yeni bir dünya düzenini ortaya atıyor. “Venüs Projesi” olarak adlandırılan bu sisteme göre yeni dünyanın özgür vatandaşları, bilgisayarlarla yönetilen, kaynakların eşit olarak paylaşıldığı, çevre dostu kentlerde yaşıyor, kişisel uçaklar ve sürücüsüz otomobillerle dolaşıyor. Belgeselin yapımcısı Peter Josephs ve Venüs Projesi’nin fikir babası ünlü fütürist John Frasco’ya göre, dünyadaki tüm sorunların kökeninde, para yatıyor. Eğer, para ortadan kalkar ve dünyadaki tüm hizmetlerle mallar, yani ekonomik kaynaklar eşit olarak dağılırsa, barış ortamı oluşur. İkili buna Kaynak Bazlı Ekonomi adını veriyor. Yani değiş tokuş değil, kaynaklar tüm topluma eşit olarak paylaştırılıyor. Tüm dünyada büyük ilgi gören Zeitgeist belgeselinden sonra Venüs Projesi’nin daha da ilerletilebilmesi için California’da kurulan vakfa, 450 bin kişi üye oldu.

İKTİDAR YAPAY ZEKADA

- Venüs Projesi’nin öngördüğü şehirlerin özelliği, Sibernetik Yönetim.. Şehir merkezde, bu yapay zeka ile yönetiliyor. Buna göre, şehirlerin ulaşım, tarım, temizlik gibi tüm yönetimi büyük bir bilgisayara bağlı. Örneğin, tarım bölgesinde toprağın sulanması kararları, gelecek günlerdeki beklenen yağmur miktarı, topraktaki nem oranı ve daha birçok jeolojik bilgi analiz edilerek alınıyor. Ulaşım ise, araçlardaki ve yollardaki sensörler yardımıyla denetleniyor.

- İnsan yaşamı için gereken giyim, beslenme, ulaşım, barınma, sağlık hizmetleri gibi gereksinimler, teknoloji tarafından sağlanabilir. Buna tükenmeyen, güneş ve rüzgar enerjisi gibi çevre dostu enerji kaynakları da eklendiğinde, ortaya “mükemmel” bir toplum çıkıyor...

- Kaynaklar, eşit dağılacağı, enerji de tükenmeyeceği için insanlarda zaten parasal düzenin yarattığı rekabet ve hırs duygusu ortadan kalkıyor Bu toplum da, rekabet ya da para, şöhret ya da güç peşinde değil de, kişisel rüyalarının peşinde koşuyor.

- Para kazanma veya borç ödeme derdi ortadan kalkacağı için, aynı şeyi üreten onlarca fabrika da yok.

- Bir malı en kaliteli şekilde üreten birkaç fabrika, tüm talebe yetebiliyor. Para olmadığı için, bankacılık, sigorta, reklam, yatırım sektörleri de bulunmuyor.

- Alışveriş merkezlerinde alışveriş, paraya değil isteğe göre gerçekleşiyor. Yani isteyen, istediği şeyi, istediği zaman mağazaya girip alabiliyor.

- Ulaşım kişisel uçaklar veya sürücüsüz otomobillerle sağlanıyor. Evler daha önceden inşa edildiği için, isteyen istediği yerde yaşayabiliyor.

- İnsanlar, yaşamlarını istediği meslekle sürdürdüğü ve trafik olmadığı için stres bu şehre uğramıyor.

Sürücüsüz TAŞITLAR

Tek ve güçlü bir lokomotifin çektiği vagonlar, istendiği zaman yukarı veya aşağı hareket edebilecek. Böylece, tek bir lokomotif, birçok farklı noktaya vagon taşıyabilecek. Tren yolları katlı olacak. Böylece, bir istasyona gelindiğinde, bir vagon, otomatikman aşağı inebilecek ve diğer bir lokomotife eklenebilecek. Otomobiller de Magnetic Levitation (Manyetik yükselme) prensibi ile çalışacak. Yani otomobiller, manyetik alan yaratarak, yerin birkaç santimetre üzerinde havada uçacaklar. Elektrik ile çalışacaklar. Şöför olmayacak. yolcuların sadece nereye gideceklerini sesli olarak söylemeleri yeterli olacak. Her birince sensörler olacağı için, takip mesafesi sabit kalacak.

Transparan Şehirler

Şehirler çember şeklinde inşa edilecek. Şehrin göbeğinde, kreş, eğitim merkezleri ve iletişim merkezleri olacak.. Çevredeki tarlalarda organik tarım yapılacak. Güneş ışığının bu bölgelere daha rahat gelmesi için binalar, transparan olacak.

Su üzerinde yaşam

Projede suyun üzerinde de yaşam var. Yapay adacıklara kurulan koloniler, enerjisini su altı dalgalarından elde ediyor. Deniz üzerindeki veya kenarındaki şehirler için tasarlanan gemilerde de trenlerdeki gibi “geçmeli” sistem olacak. Yani yük veya insan taşıyan “modüller”, lokomotif işlemi gören parçaya eklenip çıkarılabilecek.

Akıllı evler

Önceden tamamen çevre dostu olarak inşa edilen evler, istenen yere monte edilebilecek. Çevre ile uyumlu olarak inşa edilecek evler, isteğe göre deniz üzerinde, deniz altında veya dağların tepesinde kurulabilecek. Evlerin güneşe bakan pencereleri, güneş enerjisi üretiminde kullanılacak. Her biri 1.6 kilometre yüksekliğinde gökdelenlerde binlerce insan yaşayacak. Böylece kentlerde daha çok alan park veya ortak yaşam alanı olarak ayrılabilecek.

0

Cem Karaca - Dervişan

Şahap Fırat

1974 başında “Namus Belası – Gurbet” plağı yayınlanan Cem Karaca ve Moğollar görkemli Fitaş konserlerinin ardından yine Ocak ayında İhtarname adlı eserlerini kaydettiler. Bu arada Moğollar, solo 45'likleri için stüdyoya girerek “Tanrıların Arabaları - Bu Nasıl Dünya” adlı bir enstrümental kaydettiler. Moğollar, bu plak için Ali Kocatepe'nin 1 Numara adlı şirketi ile anlaşmışlardı. Moğollar'ın Cahit Berkay, Turhan Yükseler, Mithat Danışan ve Tufan Altan'dan oluşan kadrosu Karaca'ya Altın Plak ve repertuvar demirbaşı kazandıran bir kombinasyona sahip olmakla beraber, Cahit Berkay'ın Moğollar'ın misyonuna kısmen de olsa dönüş yapması grubun dağıtılması kararı ile sonuçlandı. Şubat ayında Berkay, RCA için kaydetmesi gereken uzunçaları tamamlamak için Avrupa'ya giderken Cem Karaca da yeni grubunu kurmak için kollarını sıvadı. Tufan Altan askeri hizmet için gruptan ayrılırken Mithat Danışan ve Turhan Yükseler ile Kara Saban grubunun temellerini attı. Yurdumuzda müziğin güç şartlarda yapıldığından hareketle gruba Kara Saban ismi verilmişti. Öte yandan bu proje hayata geçirilemeyerek rafa kaldırıldı. Yükseler, Tehlikeli Madde'ye geçerken, Danışan da Kurtalan Ekspres'e katıldı.


Bunun üzere Karaca, eski arkadaşı Ünol Büyükgönenç ile görüşerek yeni grubu kurma görevini ona verdi. Ünol, Durul Gence ile Norveç'te çalışmış olan Uğur Dikmen ve Oğuz Durukan ile askerden yeni dönen eski Kardaşlar davulcusu Hüseyin Sultanoğlu'nu yanına alarak Mart ayında yeni Cem Karaca grubunu kurdu. Grubun ismi dervişler anlamına gelen “Dervişan” idi. Mottosu ise "Hak Dost ve Allah Yar" idi.


Dervişan kurulurken Karaca'nın Yavuz Plak tarafından bir uzunçaları piyasaya sürüldü. O döneme kadar birlikte kayıt yaptığı tüm gruplara teşekkürlerini içeren bu plak, bazı yayınlanmamış parçaları da içeriyordu. Ferdy Klein ile yaptığı Beyaz Atlı, Ay Karanlık, Unut Beni; Moğollar ile yaptığı İhtiyar Oldum, Deniz Üstü Köpürür, Edalı Gelin; Apaşlar ile yapılan Bir Of Çeksem gibi daha önce yayınlanmamış eserler bu plak ile müzikseverlerin karşısına çıkıyordu. Kardaşlar ile kaydedilen “Hasan Kalesi Destanı” ise Almanya'da 1549 seri numarası ile Türkofon tarafından Üryan Geldim ile beraber yayınlanmıştı. 1572 seri numaralı başka bir plak ise "Askoros Deresi - Kazak Abdal" şarkılarını ihitiva ediyordu.


Ünol Büyükgönenç, grubun eski Haramiler kanadı Uğur Dikmen ve Oğuz Durukan ile anlaşamayarak Haziran ayına doğru gruptan ayrıldı. Bunun üzerine grup 3 kişi kaldı. Gitar eksikliği bu dönemde Uğur Dikmen'in org ve Moog'u birarada kullanmada gösterdiği başarı ile kısa sürede avantaja dönüştü. Grup bu dönemde bestesi Moğollar döneminde tamamlanan sözleri Ahmet Arif'ten alınma “Unutamadığım” adlı şarkıyı ve Mahzuni'nin “Nem Kaldı”sını kaydetti. Ekim ayında ise Osman Bayşu'nun sazda gruba katkısı ile "Beyaz Atlı - Yiğitler" plağı yayınlandı. Uğur Dikmen'in Moog ve Hammond kombinasyonu, Hüseyin'in panik atak davulları ve Oğuz Durukan'ın caz basıyla grup Emerson Lake and Palmer'ın yerlisi gibidir. Grubun gitarist arayışları sürerken Ekim ayında bu açık, tek bir konser için Cahit Berkay tarafından dolduruldu. Berkay'ın katılımı içinde Murat Ses'in de bulunacağı Moğollar'ın yeniden kurulmasını önerisi ile beraber oldu. Bu önerinin Karaca tarafından kabul edilmemesi üzerine 3 kişilik kadro korunmaya devam edildi. Berkay'ın katıldığı Ankara konserinde Dadaloğlu, Beyaz Atlı, Nem Kaldı, Niye Çattın Kaşlarını, Namus Belası ve Gel Gel adlı şarkılar çalındı. Aynı konserde Üç Hürel grubu da yer aldı.


1974 sonunda “Tamirci Çırağı” plağı için stüdyoya giren Cem Karaca Dervişan'ın kayıtları, Karaca'nın geçirdiği kanama sonucunda yarıda kalmıştı. Ocak ortasında ise grup, plağın kayıtlarını tamamlamak için yeniden stüdyoya girdi. İlk şarkı Karaca ile yıllar geçtikçe daha çok özdeşleşen Tamirci Çırağı; ikinci şarkı ise arabesk kökenli Aziz Şimşek'in “Nerdesin” adlı çalışması idi. Tamirci Çırağı'nda Cem Karaca akustik gitar çalarken, basta Oğuz Durukan, org ve Moog'da Uğur Dikmen -ki pedallarla başkalaştırılmış org akorları ile şarkıya havasını veren tamamen odur- ve davul ile tumbada Hüseyin Sultanoğlu yer almıştır. Plâk Şubat başında piyasaya çıkarken, şarkının ilk tanıtımı Ocak ortasında Bakırköy İncirli Sineması'nda gerçekleşti. Konsere "Merhaba Gençler..." selamıyla başlayan Karaca, Beyaz Atlı, Nem Kaldı, Niye Çattın Kaşlarını, Cemal'im, Gam Yükü (Güllüşah'tan) , Gel Gel, Lanet, Obur Dünya, Namus Belası, Nerdesin ve Tamirci Çırağı şarkılarını söyledi. Grubun 3 kişi olduğu bu dönem'in 2 önemli konserleri şöyledir:


Mart ayında Hey Dergisi'nin müzik oskarları konseri’nde, Namus Belası, Nem Kaldı, Nerdesin, Tamirci Çırağı'nı çaldılar ve söylediler. 23 Nisan'da Cem Karaca, Feride Karaca, Tomris, Edip Akbayram, Esmeray Ankara'da konser verdiler. Bu konserde Cem Karaca'nın bir işçi sınıfı kahramanı olmaya doğru gittiğini görüyoruz. Bir tamirci çocuğun Cem Karaca'ya işçi gömleğini hediye etmesi ise Karaca karizmasının doruğudur.


Nisan ayında Levent Kırca ile Cem Karaca arasındaki işbirliğinin ilk ürünü bir televizyon çalışmasında ortaya çıktı. Hafta Sonu programında Levent Kırca'nın oyunu içerisinde yer alan Karaca, bu programda ilk kez Nem Kaldı şarkısını playback üzerinden okudu. Şarkının yankısı da bu programla birlikte büyüdü ve Karaca'nın Ağustos'ta yayınlanan üçüncü albümüne de ismini verdi.



Yaz döneminde Oğuz Durukan'ın caz müziğine, Uğur Dikmen'in ise hayatındaki bazı gelişmelere paralel parasal gelirini arttırabileceği müzikal alanlara yönelmesi üzerine grup, yepyeni bir formda kendini yeniden üretti. Bir dönem Dostlar'dan Galip Kayıhan'ı da alan grup tamamen bir gitar grubuna dönüşüverdi. Bu dönemde Dervişan, gitarlarda Galip Kayıhan ve Ergün Özek, basta Murat Töz ve davulda Hüseyin Sultanoğlu'ndan oluşuyordu. Eylül ayında Galip Kayıhan'ın gruptan ayrılması ile birlikte o sıralar Dostlar'da çalan organist Kılıç Danışman ve gitarist Taner Öngür de gruba katıldılar. Taner Öngür, Dostlar'dan itibaren basını bir kenara bırakıp gitar çalmaya başlamıştı. Ayrıca Ağustos sonunda üflemeli çalgılarda Tahsin Ünüvar da Seyhan Karabay Kardaşlar'ın dağılması pahasına sözkonusu gruptan transfer edilmişti.


Grup bu kadrosuyla fuarda sahne aldı. Cem Karaca yüzü gözü kömür içinde bir maden işçisi görünümünde sahne alırken, grubun henüz kaydetmediği “Mutlaka Yavrum” ve “Kavga” da seyirci karşısına çıktı.Fuar sonrası Ergün Özek gruptan çıkartılarak "Mutlaka Yavrum - Kavga" 45'liğinin kayıtlarına başlandı. Doğu ritmlerinin hakim olduğu Mutlaka Yavrum şarkısı aslında Filistin Kurtuluş Örgütü için İngilizce ve Arapça olarak hazırlanmış bir eserdi. Şarkının örgüte teslim edilip edilmediğini bilmiyoruz, ama Türkçe versiyonunun iki alternatifinin kaydedildiği günümüzde bilinen bir gerçektir.Yavuz Plak Tarafından Yayınlanan Best Of Serisinde bu şarkının alternatif sözlü hali de yayınlanmıştır. Plağın asıl hit şarkısı ise Kavga'dır. Bir Kurtuluş Savaşı öyküsü üzerine kurulu bu eserde Tahsin'in Jethro Tullvari flüt üflemeleri ve Kılıç'ın moogdaki tınısal arayışları (Uğur Dikmen'e göre çok daha az komplike olmakla beraber), Taner'in multi enstrümentalistliği ile bir progresif harika yaratılmıştır.


Kavga plağından hemen önce Cem Karaca'nın üçüncü albümü “Nem Kaldı” yayınlandı. Albümde Karaca'nın Moğollar ile yaptığı “İhtarname” ve Dervişan ile yaptığı “Nem Kaldı” ve “Unutamadığım” adlı önceden yayınlanmamış kayıtlara da yer verilirken, repertuvarın çoğunu Apaşlar, Moğollar ve Ferdy Klein ile yapılmış ve yayınlanmış eserler oluşturmaktadır. Unutamadığım da tıpkı Nem Kaldı gibi üç kişilik Dervişan döneminin ürünüdür. Yiğitler ile benzer bir dönemde kaydedildiği izlenimini veren (Hüseyin'in manik davulları ve Uğur Dikmen'in orga taktığı pedallarla elde ettiği düşsel tınılar) bu çalışma Ahmet Arif'in bir şiirinin bestelenmiş halidir.

"Kavga - Mutlaka Yavrum", Aralık ayında yayınlanır yayınlanmaz Kılıç Danışman Dadaşlar'a dönüş yapmıştır. Bu aşamada uzun süredir grupsuz olan Murat Ses Dervişan'a katılma teklifini kabul etmiştir. Dostlar'dan ayrıldıktan sonra Ağrı Dağı Efsanesi'ni yeniden kurmak isteyen Murat Ses, maddi sorunlardan dolayı en azından ilk solo plağını yapabilmek için Dervişan'a geçiş yaptı. Tabii yanında yeni eserini de gruba empoze etmekten geri durmadı. Böylelikle de politizasyonun en son raddesine doğru yol alan Dervişan içinde gülümseyen bir parantez oldu. Murat Ses'in gruptaki yerini anlamak için Cem Karaca'nın Levent Melodi Sineması konseri repertuvarına gözatmak gerekir. 1.Yarı: Nem kaldı, Adiloş Bebem, Nerdesin, Vefa Türküsü, Fasulye Dişli Adam, Tamirci Çırağı. 2. Yarı: Terketmedi Sevdan Beni, Mutlaka Yavrum, Kavga, Namus Belası, Sesli Yürüyüş, Mirasyediye Ağıt. Buradan da anlaşılacağı gibi Murat Ses hem kendi bestesini sol yumrukların havada olduğu bir konserde çalmayı başarmış, hem de grubun daha sonraki repertuvarını oluşturacak pek çok eserin en azından düzenleme taslağını ortaya çıkarmıştır. Disiplinli organistimiz Murat Ses, bu dönemde ayrıca "Az Gelişmiş Ülkelerin Toplumsal Yapısı" adlı yüksek lisans tezine başladı.


Dervişan, 1976 yılının Şubat ayında köklü bir değişiklik daha yaşadı. Hüseyin Sultanoğlu psikolojik sorunları nedeniyle müziği bırakırken, Murat Ses de grubun polit - rock anlayışını benimsemediği için gruptan ayrıldı. Uğur Dikmen, Erol Duygulu orkestrasından ayrılarak Dervişan'a dönerken, davula da Sefa Ulaştır geçti. Müziğe 11 yaşında Beybonlar ile başlayan Sefa Ulaştır, o zamana kadar Selçuk Alagöz, Beyaz Kelebekler ve Kurtalan Ekspres ile çalışmıştı. Gruptan ayrılan Hüseyin Sultanoğlu bir süreliğine bir bankada veznedar olarak çalıştıktan sonra Kanada'ya giderek ortalıktan kaybodu. Sefa Ulaştır ise Haziran ayında "Olmaz Böyle Şey" isimli parçası ile tanınan Yeşim ile dünya evine girdi.


Temmuz ayında 5 kişilik yeni Dervişan kadrosunun "Niyazi - Beni Siz Delirttiniz" plağı yayınlandı.Plağın ilk şarkısı alabildiğine sert ve Hammond ağırlıklı bir protest Anadolu Rock şarkısı olan “Niyazi” idi. Cem Karaca’nın annesi Toto Karaca ve eşi Feride Karaca'nın (Balkan) da vokal yaptığı bu çalışmada Taner Öngür'ün elektrikli mandolini parçayı Jethro Tull sularına çekiyordu. Plağın diğer yüzünde yer alan "Beni Siz Delirttiniz" ise Karaca'nın teatral tavrının sürüklediği bir eserdi. Plağın yayınlanmasının akabinde Tahsin Ünüvar'ın gruptan ayrılması ile beraber Dervişan, klasik 4'lüsüne kavuştu. Ağustos ayında yapılan Spor Sergi Sarayı konserinde sahne alan Dervişan, 1980 yılında yayınlanacak olan Hasret adlı çalışmayı ilk kez sahnede çaldı. Konserde ayrıca Nem Kaldı, Beni Siz Delirttiniz ve henüz yayınlanmamış olan Parka da yer aldı. Konsere asker elbisesi ile çıkan Karaca, yeni girdiği bu polit rock yolunda karizmasını giderek kuvvetlendiriyordu.


Tahsin Ünüvar'lı dönemde kaydedilen Parka, Cem Karaca tarafından uzunçalarda yer almak üzere ayrılmış bir çalışmaydı. Öte yandan Yavuz Asöcal bu şarkıyı, Karaca'nın bir yıldır sadece tek bir plak doldurmasını bahane ederek, arka yüzünde Moğollar ile kaydedilmiş “İhtarname” ile birlikte 45'lik olarak yayınladı. Bu nedenle belki de çok farklı bir şarkı sıralamasına sahip olabilecekken Parka albümü de ilk iki Yavuz Plak albümü gibi 45'likler toplamasından öteye gidemeyecekti.


27 Kasım'da ise Cem Karaca Dervişan, Suadiye Atlantik Sineması'nda bir konser verdi. Konserde Edirdahan dönemine kadar plak yapacağı tüm eserlerin resmi geçidini yaptı dersek çok da abartmış olmayız. Konser repertuvarında Kerem Gibi, Mutlaka Yavrum, Bir Mirasyediye Ağıt, Maden Ocağı, Kavga, Sevdan Beni, Beni Siz Delirttiniz, İhtarame, Nem Kaldı, Öğretmene Ağıt, İşçi Marşı, Niyazi, Mor Perşembe, Karaburun Mağlupları (Şeyh Bedrettin'den alınma) ve Parka yer alıyordu. Bu konser sonrası 10 günlüğüne Almanya, Hollanda ve İngiltere'yi kapsayan bir turneye çıkan Cem Karaca ve Dervişan, 11 Aralık'ta Eskişehir CHP Örgütünün düzenlediği bir geceye katıldılar.


Cem Karaca, Ocak ayında Dervişan ile birlikte Ankara Öncü Sahnesinde 15 gün boyunca matine/suare program yaparak yıllık faaliyetlerine başladı. Bu dönemde grubun "Bir Mirasyediye Ağıt" plağının arka yüzünde Nazım Hikmet'ten bestelenen “Kerem Gibi” adlı şarkıya yer verilmesi planlanıyordu. Yine aynı dönemde “Yoksulluk Kader Olamaz” albümünü oluşturan bütün şarkıların ve Bir Mirasyedi’ye Ağıt’ın kayıtları yapıldı. Bu kayıtlarda bas gitarda ter alan Murat Töz, Mart ayında askere gitti ve yerini Hami Barutçu aldı. Bu kadro Levent Kırca ile birlikte mizansenli bir turneye çıktı. Öte yandan Nisan ayında henüz turnenin yarısı tamamlanmışken Levent Kırca ekibi terketti.


Mayıs ayında CHP Karşıyaka İlçe Teşkilatı'nın düzenlendiği Barış ve Özgürlük Gecesinde Melike Demirağ, Rahmi Saltuk, Feride Karaca ve Yeşim ile sahne alan grup, önce bir Anadolu turnesine çıktı, sonra da Almanya'ya gitti. Amerika'dan dönen Ünol Büyükgönenç CHP için "Yeni Bir Türkiye" adlı Dervişan'ın eşlik ettiği bir plak hazırladı. Büyükgönenç'in bu plağı CHP tarafından satın alınmayınca büyük bir bölümü Büyükgönenç tarafından imhaya tabi tutuldu. Plağın arka yüzünde Kardaşlar döneminde bestelediği "Oy Gülüm Oy" yer alıyordu.

Haziran ortalalarında ise "Bir Mirasyediye Ağıt - Mor Perşembe" 45'liği yayınlandı. Baştan aşağı rock-caz formatına bürünen Dervişan'ın yeni tınısıyla yayınlanan bu ilk çalışmayı yaz aylarında yayınlanan “Parka” uzunçaları takip etti. Kardaşlar, Moğollar ve Apaşlar döneminde yapılmış çalışmalarla onlarla hiçbir tınısal bütünlük taşımayan Dervişan 45'liklerinden oluşan bu albüme, güzel kapağı haricinde "albüm" demek pek de olası değildir.


Yavuz ile anlaşmazlığı devam eden Cem Karaca, Yoksulluk Kader Olamaz plağının kayıtlarını teslim ettikten sonra şirket ile bağlarını tamamen kopardı. Önce Türküola ile anlaştığı açıklanan Karaca, Ağustos ayında Gönül Plak ile sözleşme imzaladı. Türküola ile yapılan anlaşmaya göre Cem Karaca, Ekim ayına kadar Ali Avaz'a ait Gönül Plak hesabına plak yapamayacaktı. İzmir Fuarı’nda çalışan Cem Karaca, bu kez takım elbise ile seyirci karşısına çıkıyordu. Konser ilerledikçe ceketini çıkartıyor kollarını sıyırarak yelekle şarkı söylemeye devam edyordu. Fuarın sonlarına doğru ise Yoksulluk Kader Olamaz uzunçaları yayınlandı. Bu uzunçaların kaydı Murat Töz'ün bulunduğu 1977 Ocak'ında tamamlanmakla beraber Yavuz Asöcal ile çalışmamak için yeni bir kayıt yapılmamıştır. Asöcal da bu uzunçaları sözleşmenin sonuna doğru, bir nev-i yeni bir Cem Karaca kayıdnın yayınlanmasının önünü kesmek için teslimat tarihinden 8 ay sonra yayınlamıştır.


Ekim ortasında ise, Dervişan'ın politizasyonun rahatsız edici bir boyuta ulaştığını gören Taner Öngür'ün gruptan ayrıldığını görüyoruz. Yeniden Emerson, Lake & Palmer görüntüsüne kavuşan grubun ilk konseri "Cem Karaca Dinletisi" adı altında İzmir'de gerçekleştirildi. Konser repertuvarı; birinci bölümde: 1 Mayıs ve takiben Dervişan üyelerinin tanıtımı, Maden Ocağı, Bir Mirasyediye Ağıt, Terketmedi Sevdan Beni, Atasözü (Ruhi Su), Kavga, Adiloş Bebe, Beni Siz Delirttiniz ve ikinci bölümde; Bir Öğretmene Ağıt, Aldırma Gönül, Şeyh Bedrettin, Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Selini, Kerem Gibi, İhtarname ve Parka'dan oluşuyordu.


1977 Ekim ve Kasım'ında Dervişan, Yeşim'in Doğuş adlı albümü için stüdyoya girmiştir. Bu albümde Dervişan'ın yanısıra gitar ve trombonda iki stüdyo müzisyeni de katkıda bulunmuştur. Sefa Ulaştır ve Yeşim'in ortak çalışmalarının bulunduğu albümde Taner Öngür'ün de iki bestesi bulunmaktadır. Dervişan, bu plakta Yeşim'in popüler müzik mantığına uygun bir şekilde o tür içerisinde yapılabilecek olanın en iyisini vermiştir. Plakta özellikle "Varız Dostlar" adlı çalışma Dervişan'daki politizasyonun Yeşim'e de sıçradığını gösteren ilginç bir örnektir.


3 kişilik Dervişan, Kasım ayında Cem Karaca hesabına stüdyoya girerek "Bir Mayıs - Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Selini" plaklarını kaydettiler. Bu plaktaki 1 Mayıs'ın bestecisi Sarper Özsan da vokallere katılırken, plak kapağı da Aydınlık Gazetesi çalışanları tarafından hazırlanmıştır. İlk kayıtlardan sonra şarkının bandının üzerine çay dökülünce grup Aralık ayında yeniden stüdyoya girerek bandı tamamlamıştır. Plak ise ancak yılbaşına doğru piyasaya sürüldü. Böylesine slogana dayalı iki marşın yorumlanması doğaldır ki Cem Karaca ile Dervişan'ın tamamen birbirinden kopmasına neden olacaktı. Marşlar ne denli sıkıcıysa Dervişan'ın yorumu da buna karşıt bir biçimde enerjik ve polifonikti. Ancak nereden bakılırsa bakılsın Dervişan'ın giderek sıkıcılaşan Cem Karaca ile devam etmesi olanaksızdı.


Cem Karaca Dervişan'ın son plağı 1978 yılının başında piyasaya verilmişti. Bu plağın akabinde Uğur Dikmen ve Sefa Ulaştır Dervişan'dan ayrılınca Cem Karaca, kolllarını özellikle de "sol yumruğu" gözükecek şekilde yeniden sıvadı. Dervişan ise 70'li yılların ikinci yarısında politik gerginliklerin doruğa ulaştığı bir Türkiye'de bir yandan politik müzik yapıp diğer yandan yaptıkları müziğin kalitesinden hiçbir şekilde ödün vermeme ilkesinden sapmamış olması bakımından takdir edilesi bir efsanevi Türk politik progressive rock grubu olarak Müzik tarihimizdeki yerini almıştır.

Cem Karaca'nın vefatından sonra 2007 yılında Levent Baki önderliğinde yeniden bir Dervişan oluşumu görüyoruz. Klavyede İskender Paydaş'ın yer aldığı grupta vokali Levent Baki üstlenirken bass ve davulda yine eski Dervişan elemanları Hami Barutçu ve Sefa Ulaştır'ı görüyoruz.
                                   


                                

0

Top 100 Guitar Players of All Time

Şahap Fırat

The following is a list of the top 100 greatest guitarists as posted by Rolling Stone Magazine.

1. Jimi Hendrix
2. Duane Allman of the Allman Brothers Band
3.
B.B. King
4
Eric Clapton
5
Robert Johnson
6
Chuck Berry
7
Stevie Ray Vaughan   

8 Ry Cooder 
9
Jimmy Page of Led Zeppelin                                       
10
Keith Richards of the Rolling Stones
11
Kirk Hammett of Metallica 12 Kurt Cobain of Nirvana
13
Jerry Garcia of the Grateful Dead
14
Jeff Beck
15
Carlos Santana
16
Johnny Ramone of the Ramones
17
Jack White of the White Stripes
18
John Frusciante of the Red Hot Chili Peppers
19
Richard Thompson
20
James Burton
21
George Harrison
22
Mike Bloomfield
23
Warren Haynes
24
The Edge of U2
25
Freddy King
26
Tom Morello of Rage Against the Machine and Audioslave
27
Mark Knopfler of Dire Straits
28
Stephen Stills
29
Ron Asheton of the Stooges
30
Buddy Guy
31
Dick Dale
32 John Cipollina of Quicksilver Messenger Service
33
& 34 Lee Ranaldo, Thurston Moore of Sonic Youth
35
John Fahey
36
Steve Cropper of Booker T. and the MG's
37
Bo Diddley
38
Peter Green of Fleetwood Mac
39
Brian May of Queen
40
John Fogerty of Creedence Clearwater Revival
41 Clarence White of the Byrds
42
Robert Fripp of King Crimson
43
Eddie Hazel of Funkadelic
44
Scotty Moore
45
Frank Zappa
46
Les Paul
47 T-Bone Walker
48
Joe Perry of Aerosmith
49
John McLaughlin
50
Pete Townsend
51
Paul Kossoff of Free
52 Lou Reed
53
Mickey Baker
54
Jorma Kaukonen of Jefferson Airplane
55
Ritchie Blackmore of Deep Purple 56 Tom Verlaine of Television
57 Roy Buchanan
58
Dickey Betts
59 & 60
Jonny Greenwood, Ed O'Brien of Radiohead 61 Ike Turner
62
Zoot Horn Rollo of the Magic Band
63
Danny Gatton
64
Mick Ronson
65 Hubert Sumlin
66
Vernon Reid of Living Colour
67 Link Wray
68
Jerry Miller of Moby Grape
69
Steve Howe of Yes
70
Eddie Van Halen
71
Lightnin' Hopkins
72
Joni Mitchell
73
Trey Anastasio of Phish
74
Johnny Winter
75
Adam Jones of Tool
76
Ali Farka Toure
77
Henry Vestine of Canned Heat
78
Robbie Robertson of the Band
79
Cliff Gallup of the Blue Caps (1997) 80 Robert Quine of the Voidoids
81 Derek Trucks
82 David Gilmour of Pink Floyd
83
Neil Young
84
Eddie Cochran
85
Randy Rhoads
86
Tony Iommi of Black Sabbath
87
Joan Jett
88
Dave Davies of the Kinks
89
D. Boon of the Minutemen
90
Glen Buxton of Alice Cooper
91
Robby Krieger of the Doors
92 & 93
Fred "Sonic" Smith, Wayne Kramer of the MC5
94
Bert Jansch
95
Kevin Shields of My Bloody Valentine
96
Angus Young of AC/DC
97
Robert Randolph
98
Leigh Stephens of Blue Cheer
99 Greg Ginn of Black Flag
100
Kim Thayil of Soundgarden


Click Name to see Bio 

0

İstanbul, uçurumun kenarında

20 Şubat 2011 Pazar Şahap Fırat


Guardian'ın ekonomi sayfalarında bütçesinden fazla harcama yapan şehirlere geniş yer ayrılırken, İstanbul'da bu kentler arasında gösterildi.

Amerika Birleşik Devletleri'nde 100'ü aşkın şehrin önümüzdeki yıl iflas edebileceği analizini sayfalarına taşıyan gazete, Avrupa'nın önemli şehirlerindeki durumu da 'Uçurumun Kenarındaki Avrupa' başlığıyla veriyor.

Küresel kredi krizini tahmin eden iktisatçılardan, Amerikalı analiz uzmanı Meredith Whitney, yerel ve eyalet düzeyinde borçlanmanın ABD ekonomisini bekleyen en büyük sorunlardan biri olduğunu ve ülkede iyileşme sürecini sekteye uğratabileceğini söyledi.

Whitney'e göre emlak sorununun ardından, en önemli konuların başında kent harcamaları geliyor. 

Bu habere göre, Avrupa'nın kredi durumu kırılgan şehirleri arasında İstanbul da var.

Haberde öne çıkan satırlar şöyle:

"Türkiye'nin kadim metropolü, Avrupa'nın kredi notu "dökülen" şehirlerinden biri.

"Asya ve Avrupa'yı birbirine bağlayan kusursuz konumu, ciddi zayıflıklarını gideremiyor.

BİRİKEN BORÇLAR

"Bunlara, kredi değerlendirme şirketi Standard&Poors'un son raporuna göre 'düşük ciro esnekliği ve gelecekteki reformlara dair durumun tahmin edilemez oluşu' da dahil.

"Ayrıca, şehrin yoğun yatırım talebi, yüksek bütçe açıklarına ve biriken borçlara neden oluyor."

Habere göre "İstanbul, özellikle giderek büyüyen mali sektörü kalkındırarak kazanç getirecek başka kaynaklar geliştirmeye çalışıyor ve cami kubbe ve minarelerinden oluşan meşhur kent siluetinde yeni camdan kulelerin belirmesi umudunu taşıyor."

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu ay içinde Ataşehir semtini, kentin mali kalbi haline getirme planları çerçevesinde İMKB'yi Asya tarafına taşıma planlarını dile getirmişti.

Haberde, Avrupa'nın uçurumun eşiğindeki diğer şehirleri olarak Napoli, Floransa, Madrid ve Barselona sayılıyor.


BBC Türkçe 21 Aralık 2010 
 
http://www.hurriyet.com.tr/ekonet/16587838.asp?gid=303

0

Fikriye ve Mustafa Kemal - Akbıyık' taki konak

Şahap Fırat

Aralık 1915

İstanbul Fikriye`nin Mustafa Kemal`e ne zaman sevdalandığına dair hiçbir kitapta kesin bir bilgi yoktur. 


Üzerinde en çok durulan senaryo genç kızın 17 yaşında olduğu 1913 yılına ait. 

O tarihte Bolayır`dan görevli olarak İstanbul`a gelen Mustafa Kemal cepheye dönmeden önce üvey yengesinin Akbıyık`taki eski konağını ziyaret eder. 

Tahminler Fikriye`nin içindeki aşk ateşinin o ziyaret sırasında yandığı yolundadır. Fikriye ile Mustafa Kemal`in yolları 1915`in son günlerinde tekrar kesişir. Çanakkale Maydos`tan İstanbul`a gelen Mustafa Kemal Selanik`ten göç eden annesi ve kardeşi Makbule Hanımı, misafir edildikleri Fikriyelerin evinden alıp Akaretler`de tuttuğu eve taşır. Mustafa Kemal`in Edirne`ye tayin edilmesine kadar geçen 3 haftalık sürede Fikriye hem ailenin en büyük yardımcısı, hem de en sık ziyaret edeni olur. 19 yaşındaki genç kızın Mustafa Kemal`e hayran olduğunu bilen Zübeyde Hanım ve Fikriye ile yıldızı hiç barışmayan Makbule Hanım bu ziyaretlerden rahatsız olsalar da ses etmezler. Mustafa Kemal`in Diyarbakır ve Suriye cephelerinde görev yaptığı yaklaşık 2 yıllık süre Fikriye için çok zor geçer. Mustafa Kemal`den bir haber alabilmek için Zübeyde Hanım`ı sık sık ziyaret eder. Çevresi evlenmesi için Fikriye`ye baskı yapar ama genç kız eve görücü gelmesini bile kabul etmez. Mustafa Kemal Ekim 1917`de İstanbul`a döner ve Şişli`deki evini tutar. Fikriye`nin öyküsünde 1918 ve 1919 yıllarının karşısında çokca hüzün ve Mustafa Kemal`e yakın olarak geçirilebilmiş birkaç haftanın sevinci vardır. Mustafa Kemal Samsun`a doğru yola çıktıktan birkaç ay sonra Fikriye Mısırlı zengin bir iş adamıyla evlenir ve İstanbul`dan ayrılır. Sadece 6 ay süren bu evlilik 1920 başlarında Fikriye`nin İstanbul`a dönmesiyle sona erer. Kasım 1920-Ankara Mustafa Kemal`in Selanik`ten çocukluk arkadaşı olan Mithat Bey`in Ankara`ya beklendiği haberini ulaştırmasının ardından Fikriye hiç düşünmedi. Hemen hazırlıklarını yaptı ve 8 Kasım 1920`de İstanbul`dan yola çıktı. Önce Karadeniz Ereğlisi`ne, sonra İnebolu`ya ve en nihayetinde Ankara`ya ulaştı. Mustafa Kemal`in kaldığı direksiyon okulunun düzeni artık ondan soruluyor, o da duygularının verdiği enerjiyle Mustafa Kemal`in rahat etmesi için elinden geleni yapıyordu. Mustafa Kemal`in kehribar tespihini birgün kolye olarak Fikriye`nin boynunda görenler her işe koşan bu gemç kadına daha da saygıyla yaklaştılar. Çankaya`ya taşınan Mustafa Kemal tüm gücü ve enerjisiyle Yunanlılar`ı durdurmaya çalıştı. Yunanlılar durdurulduğunda Fikriye`nin hem sağlığı hem de Ankara`ya gelen Zübeyde Hanım`ın tavırları nedeniyle morali bozuktu. Ekim 1922-Paris Zafer kazanıldı ve Mustafa Kemal aylar sonra Ankara`ya döndü. Fikriye`nin sağlığı iyice bozulmuştu. Mustafa Kemal kendisi için her türlü fedakarlığı yapan Fikriye`yi üzmek istemiyor ve sağlığına kavuşması için onu yurt dışına gitmeye ikna etmeye çalışıyordu. Fikriye güçlükle ikna oldu ve Mustafa kemal`in Bursa gezisinin ardından önce Paris`e oradan da Almanya`ya geçti.

30 Ocak 1923-İstanbul


Fikriye canından çok sevdiği Mustafa Kemal`in evlendiği haberini Münih yakınlarında olan klinikte öğrendi. Doktorlarla tartışıp zorla hastaneden ayrılan Fikriye İzmir`deki nikahtan sadece 18 gün sonra İstanbul`a vardı ancak Mustafa Kemal onun Ankara`ya gelmesine izin vermedi. Fikriye haberi aldığında içinden birşeyler koptu. Gerçek tüm çıplaklığıyla karşısındaydı. Haziran 1924-Ankara


Fikriye 18 ay boyunca Ankara`ya gidemedi. Akrabaları tarafından ablukaya alınmıştı. İstanbul`da geçirdiği bir dönemin ardından yine akrabalarıyla Gelibolu`ya gitti. İçindeki ses durmadan ona Ankara`ya gitmesini söylüyordu. Kaldığı evdeki bir kadının kimliğini çaldı ve İstanbul`dan Ankara`ya gitti. Önce zor günlerde birlikte mücadele ettiği Fuat Bulca`nın evine gitti ama kimse yoktu. Faytoncuya Köşk`e çıkmasını söyledi. Hıfzı Topuz`un `Gazi ve Fikriye` kitabına göre Fikriye`yi tanıyan personel onu hemen içeri aldı. Az sonra canından çok sevdiği Mustafa Kemal ve karısı Latife`nin karşısındaydı. Latife ile soğuk bir şekilde el sıkıştılar. Köşk`te Fikriye`ye bir oda verildi. Latife Hanım Fikriye`nin konukluğuna 24 saat bile dayanamadı. Odasından çıkmayan Fikriye`nin duyacağı şekilde `Kovun o kadını gitsin` diye bağırdı. Fikriye ertesi sabah Köşk`ten ayrıldı. Geceyi bir otelde geçirdi. Ertesi sabah Mustafa Kemal`e veda etmek için Köşk`e gittiğinde zorla dışarı atıldı. Dönüş yolunda intihar eden Fikriye, Memleket Hastanesi`nde tedavi görürken hayatını kaybetti. Hıfzı Topuz`a göre silah sesini duyan Mustafa Kemal`in Fikriye`nin yanına gitmesine Latife Hanım engel oldu. Şemsi Belli ve Süleyman Yeşilyurt`un kitaplarına göreyse Fikriye Köşk`e hiç kabul edilmedi ve dönüş yolunda intihar etti. Yine aynı kaynaklara göre Fikriye son nefesini hastanede değil faytonda verdi.

0

Akbıyık - Ahırkapı - Cankurtaran

Şahap Fırat

İstanbul’un en eski saray yerleşmesi olduğu kadar en eski yerleşimi de olan Ahırkapı, Çatladıkapı ile Sarayburnu arasında Cankurtaran Mahallesi’nin bir uzantısıdır. Doğuda Sarayburnu, batıda Çatladıkapı, Küçükayasofya, kuzeyde Sultanahmet ve Topkapı, güneyde ise Marmara Denizi ile çevrelenmiştir
İstanbul’un en eski saray yerleşmesi olduğu kadar en eski yerleşimi de olan Ahırkapı, Çatladıkapı ile Sarayburnu arasında Cankurtaran Mahallesi’nin bir uzantısıdır. Doğuda Sarayburnu, batıda Çatladıkapı, Küçükayasofya, kuzeyde Sultanahmet ve Topkapı, güneyde ise Marmara Denizi ile çevrelenmiştir.

Semtin ismi Topkapı Sarayı’nın has ahırlar? ?nın burada bulunmasından dolayı verilmiştir. Marmara’ya açılan sur kapısının kuzeydoğusunda yer alan has ahırlar semtin en merkezi noktasını oluşturuyordu. Bizans döneminde ise buraya Mangana Sarayı’na ithafen “Mangana Mahallesi” deniyordu.*

Semtin tarihi
Ahırkapı ’nın tarihi, bir anlamda İstanbul’un da tarihi sayılabilir. Çünkü şehir ilk olarak buradan başlayarak kurulmuştu. İstanbul araştırmacısı Orhan Erdenen, Deniz Harp Okulu’nda Deniz Harp Tarihi dersleri veren uzman Ali Haydar Alpagut’tan yola çıkarak İstanbul’a ilişkin, bir anlamda ilk uygarlık izlerine burada rastlandığını yazar. 19. yüzyılda, Sirkeci-Halkalı tren hattı yapılırken burada eski bir kavmin izlerine rastlanmıştır. Bu izden yola çıkan Alpagut, bu kavmin Greklerden de eski bir kavim olduğunu ve bu kavme ait bilgiler olmadı ğını söylüyor. Bunların muhtemelen Traklar olduğu söylenebilir, onların kurduğu ilk yerleşkenin bir Hitit kolonisi olduğu yönündeki tez ise kanıta muhtaç tır.

Alpagut bu uygarlığın Finikeliler tarafından tahrip edildiğini ve bu medeniyet tarafından kurulan bu ilk İstanbul’un da bir teras yerleşmesi olarak ilk İstanbul vasıtası ile Balkanlar-Küçük Asya ticaretinde bir düğüm noktası oluşturduklarını belirtiyor. Bu ilk İstanbul’dan sonra kurulan ve bilinen en eski İstanbul olan yerleşim de yine bu bölgede kurulmuştu. Orhan Erdenen’in verdiği bilgilere göre deniz ticaretinde hayli başarı gösteren Grek kolonisi olan Megaralılar savaşçı bir halk olan Dorlar’dı. Onların kurduğu bu ikinci şehir yerleş imi M.Ö. 58’de kurulmuştu. Megaralıların İstanbul’daki kolonilerinin efsanevi komutanları Byzas/Bizas’a atfen “Bizantion” denilen bu ilk şehir bir askeri üs sayılabilirdi.

Hovvenasyan’a göre Bizas Bizantion’u bir çok tapınakla süslemişti. Bunlardan ilki Tiostur, sonradan Bizanslı Septımus Severıus “Strategıon” olarak anılan bu bö lgede yerine başka bir tapınak yaptırmıştı. Diğerleri, yine İstanbul’un birinci tepesinde bugünkü Sultanahmet semtinde Esai ve Akileus tapınakları ve ü çüncüsü Hipodrom/Atmeydanı/Sultanahmet Meydanı civarında kurulan Ekatia bunlardan en çok bilinenleriydi. Ne Bizantıon, ne de ilk Bizans, tarihi yarımadanın tamamını kullandı, her ikisinin de yer aldığı bölge doğuda Sarayburnu, kuzeybatıda Beyazıt sahil kısmında ise Çatladıkapı’ya kadarki alandı.

Semt, tarihi boyunca iktidarlar ile bütünleşmişti. Bizantion’da olduğu gibi Osmanlı’da da saraylar ve tapınaklar bölgesi oldu. Bizans’ta iki ünlü mahallenin – ikisi de sarayların, tapınakların ve önemli devlet dairelerinin olduğu yerlerdi- Arkadianai ve Topoi’nin dışında, İmparatorluk sarayı olan Büyük Saray’ı, Mangana ve Bukoleon Sarayı ’nı, Georgıos, Lazaros Manastırı’nı, Aziz Menas, Hodegetrıa, Soteros gibi merkezi kiliseleri, Lazarus ve Hodegetrıa sur kapılarını- sonradan Ahı rkapı ve Otluk kapısı olacaktırlar- Tizkanisterıon gibi yapıları sayabiliriz.

Tarih bu denli zengin olunca doğal olarak Ahırkapı da bir saraylar bölgesi oluverdi. Kuzey sırtlarında Topkapı, sahil kısmına doğru has ahırlar ile Osmanlı zamanında da hükümranlık erkinin yerleşim merkezi olan semt devlet ricalinin eserleri ile doluydu. Osmanlı zamanında oluşan Cankurtaran ve onun uzant? ?sı olan Ahırkapı Mahallesi (ya da Akbıyık Mahallesi), Çatladıkapı ’ya kadar hep akıncıların, sadrazamların, dervişlerin yerleştiği mahallelerdi. Semt bu özelliğini hemen hemen 19.yy’a kadar muhafaza etti. Ta ki bu süreçle birlikte başlayan Batılılaşma ve geleneksel mahalle dokusunun çözü ldüğü döneme kadar. Cumhuriyetle birlikte ise şehir gibi o da kendi kaderi ile baş başa kaldı ve terkedildi. 1950’lerle birlikte göç dalgaları, mahalleleri bı rakan zenginler, semt gibi tarihe karışmakta olan ahşap konaklar. Ahırkapı ’nın günümüze kadarki serüveni kısaca böyle anlatı labilir.

Cankurtaran
Ahırkapı bir semt olarak idari bakımdan Sultanahmet Mahallesi ile Cankurtaran Mahallesi arasında bölünmüş durumda. Semte Cankurtaran meydanından inilmektedir. Bu nedenle Ahırkapı Cankurtaran ile iç içe bir durumdadır. Cankurtaran da uzantısı Ahırkapı gibi Topkapı Sarayı ’nı çevreleyen Sur-ı Sultani’nin güneyinde yer alır. Bulunduğu konum Kumkapı ile Sultanahmet arasındadır. Semt adını, Boğaziçi girişinde kazaya uğrayan gemilerdeki kazazedeleri kurtarmak için burada kurulan istasyondan alm? ?ştır. Bir dönem turizmin gözdesi haline gelmeye başlayan semt, tarihi yarımadada bulunan diğer mahalleler gibi Osmanlı ev mimarisinin en güzel örneklerinin yer aldı ğı ahşap konaklarla doludur. Bunlar içerisinde onarılarak kazanılanlar olduğu gibi semtin turistik cazibesini yitirmesi ile şimdilerde tekrar kaderlerine terk edilmiş olanlar da var. Hayli eski bir tarihi geçmişe sahip olan ve Ahırkapı ile birlikte İstanbul’un ilk yerleşmelerine tanıklık eden semt bugün daha çok orta ve alt sınıftan insanların yaşadığı bir mahalle. Semtteki en ünlü mekan ise Türk sineması nın unutulmaz yıldızlarından Erol Taş’ın satın alarak işlettiği ve ? ?u anda onun adını taşıyan kahve.

Ahırkapı’daki önemli eserler

Arkadiani
Eski Bizans hamamı olan Arkadios hamamının bulunduğu semttir. Bu hamam 395 tarihinden sonra İmparator Arkadios ya da kızı tarafından yaptırılmıştır. Babanın başlatıp kızının bitirilmesini sağladığı bir eser de sayılabilir. Bu bölge Büyük Saray’ın kuzeyinde yer alıyordu, güneyde ise deniz kenarındaki Topoi semti yer alıyordu, kuzeydeyse Mangan Mahallesi bulunuyordu. Akropolis’in (Sarayburnun’un sırt kısı mları) Marmara’ya bakan yamaçlarında inşa edilen Arkadios Hamamı ’nın yanından, tepeden Marmara kıyısına inen ve Iustinanos döneminde yapılmış heykellerle süslü olan bir büyük revak (embolos) geçiyordu. İmparator I. Basileios’un oturduğu konak buradaydı ve semtte Aziz Mihael ve Aziz Gabriel adına kiliseler mevcuttu.

Aslanhane
Ayasofya’nın gü neydoğusunda, eski Darülfünun arsasında evvelce, bir Bizans Kilisesi mevcuttu. Bu kilisenin adı Osmanlı döneminde “Aslanhane” olarak değiştirilmiş tir.

Fetihten sonra bu alanda, eski yapıların kalıntılarından faydalanarak bir Cebehane yapılmıştır. 16 ya da 17.yy’da ise buradaki eski kilisenin içine sarayın vahşi hayvanları yerleştirilmiştir. Yapıya Aslanhane denilmesinin nedeni de buradaki etobur yırtıcılar olmuştur. Yine aynı yapının bir başka bölümünde de sarayın egzotik kuşları yerleştirilmiş, ona atfen aynı yapıya “Kuşhane” de denmiştir.

Polonyalı gezgin Simeon 17.yy’da Aslanhane olarak bilinen bu yapının bir kilise olduğundan ve içerde bu kilisenin mozaiklerinin hâlâ görülebileceğinden söz eder. Aynı dö nemde İstanbul hakkında hayli zengin bir bilgi kaynağı olarak da yazılan Evliya Ç elebi’nin Seyahatnamesi’nde bu binada kat kat hücreler olduğunu ve en üst bölümün “Nakkaşhane” olarak kullanıldığını ve bu kata nakkaşların yerleştiği belirtilir. Bu bilgilerden yola çıkarak eski ve cüsseli bir kilise binası Osmanlı tarafından mahzen kısmı bir nevi vahşi hayvan barı nağı, üst kısımları ise saray nakışhanesi olarak nakkaşlara tahsis edilmiş bir mekan olarak kullanılmıştır denilebilir.

İstanbul üzerine kapsamlı yazıları ile bilinen 18. yy Ermeni tarihçisi ve coğrafyacısı İnciyan’ın verdiği bilgilere göre 1802 yılında Aslanhane’nin yanması ile birlikte, komş usu Cebehane’nin genişlemesi için bu bina 1804’te yıkılmıştır ve 1808’de Alemdar Mustafa Paşa olayı esnasında Cebehane’nin de yangın geçirmesi ile yıkılan bu binanın arsasına İsviçreli Mimar G. Fossati’nin projesi uygulanarak 1848 yılında büyük bir darülfünun binası yaptırılmış, yapımı yıllarca süren bina tamamlandıktan sonra çeşitli kurumlara tahsisi edilerek farklı biçimlerde kullanılmıştır. En son İstanbul Adliyesi binası olarak kullanılan Aslanhane’den geriye, 1933’te yanması ile hi? ?bir iz kalmamıştır.

Büyük Saray
Bizans’taki en görkemli saray komplekslerinden Büyük Saray Hipodrom’dan Marmara Denizine kadar uzanan birbirinden bağımsız birkaç saraydan oluşuyordu. Yaklaşık 100.000 metrekarelik bir alana yayılan saray, sonradan eklenen Bukoleon, Hormisdas ve Dafne gibi isimlerle anılan küçük bağımsız saraylar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan adeta küçük bir şehir gibiydi. İmparator I. Konstantin tarafından yaptırılan ve Bizans tarihinde önemli bir rol üstelenen Büyük Saray Konstantin’den sonra iktidara gelen her hükümdar tarafından genişletilerek 12.yy’a kadar gelmiştir. Ancak saray, 9.yy’da Mangana Sarayı ’nın yapımı ile eski gözde olma durumunu yitirerek eski hükümdarların eşleri için bir tür hapishane işlevi üstlenmeye başlamıştır.

Bü yük Saray ilk yapıldığı dönemde birkaç yapı grubundan oluşuyordu, ancak sonraki imparatorların bu binalara yaptığı ekler ya da bu binaların genişletilmesi sonucu saray giderek büyüyen bir kompleks halini almıştır. Hipodrom’dan başlayarak kuzeydoğudan sahile, oradan da güneybatıya doğru uzanan, oldukça eğimli bir araziye kurulan sarayın yapımı esnasında, geniş teraslara, dayanaklara ve takviye setlerine gereksinim duyulmuş ve saray da bunların üzerine oturtulmuştur. Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zeuksippos Hamamı, güneybatısı ve doğusunda muhafız kışlaları, kuzeyinde Ayasofya, senatoyla Augestıon Meydanı, güneydoğusunda ise Marmara Denizi bulunuyordu. Aya İrini, Sergios ve Bakos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar da bunları tamamlıyordu. Hipodrom yönünde imparatorluk locası, batıda imparatorluk kabul salonu ile imparatorun gündelik yaş amını devam ettirdiği yapılar yer alıyordu. Yabancı elçilerin kabul edildiği bir salon olan Magnaura’da bu dönemde inşa edilen yapılardandı.

Altın yaldızlı bir kapıdan girilen sarayın ilgi çekici bir kubbesi, Daphne denilen bölümün ise sekizgen planı vardı ki bu yapının ortasında da İmparatorun locası yer alıyordu. II. Teodosius zamanında saray alanındaki yapım çalışmaları daha da yaygınlaşmıştı ve bu yüzden sarayın bulunduğu alanda özel kişilerin herhangi bir inşai faaliyette bulunması yasaklanmıştı. Nika Ayaklanması esnasında önemli ölçüde zarar gören saray daha sonra yeniden yaptırılmış ve Bukoleon Sarayı da bu sırada eklenmişti. Bu dönemde saray Çatladıkapı’ya kadar genişlemişti. Yapı topluluğunun “Hakle” denilen bölümünde çeşitli heykeller, imparatorluk tasvirleri ve mozaikler vardı. Saray Latin istilası döneminde de önemli zarar görmüş, daha sonra ise bir onarım geçirmiştir. 12.yy’a ulaştığında artık önemini yitiren saraya son darbeyi Mangan Sarayını da yıkan İmparator II. İsakios Angelos vurmuş ve buradan bir çok yapı elemanını kendi yaptırdığı sarayına s? ?ktürerek taşımıştır. İstanbul’un Osmanlıların eline geçmesinden 30 yıl kadar önce İstanbul’a gelen Floransalı Seyyah Boundelmonti sarayın artık bir taş yığını haline geldiğini yazmıştır.

Osmanlı dö neminde saray yeni kurulan mahallelerin arasında kalmış ve sarayın 17.yy’a ulaşan Daphne ve Katisma kalıntılarının üzerine de Sultan III. Ahmed tarafı ndan Sultanahmet Camii yapılmıştır.

Saraydan günümüze ulaşan son kalıntılar mahzen, sarnıç ve bodrumlardır, bunun yanısıra sarayın peristilinin (sütunlu avlu) denilen bölümlerinden kalan mozaik bezemeli bölümü ve sarayın sütunları, sütun başlıkları ve dekoratif elemanları Sultanahmet’ten Ahırkapı’ya inen yol üzerinde bulunan Mozaik Mü zesi’nde sergilenmektedir.

Topoi
Bugünkü Cankurtan bö lgesinde yer alan bu yere Orta Bizans döneminde “yerler” anlamına gelen “Topoi” deniliyordu. Bu ismin verilmesinin nedeni ise bu bölgede uzantısı olan Ahırkapı gibi önemli yapıların olmasıydı. İmparatorluğun ikametgahı olarak da kabul edilen Büyük Saray’ın hemen arkasında, kıyı ş eridinde, İmparator Arkadios tarafından yaptırılan büyük Hamam’ın olduğu Arkadiani denen yer vardı. Topoi civarında bu hamamdan başka Başmelek Mihail’e adanmış bir kilise vardı. 5. yy yapısı olan kilise sonraları eskiyip yarı harap bir hale gelince I. Iusitinianus döneminde muhtemelen imparatorun gayrıme? ?ru oğlu olan Tziros adlı bir kişi tarafından yeniden onarılmıştır. Daha sonra I. Basıleos döneminde ikinci kez onarımdan geçen kilisenin yanına bu kez de Ba? ?melek Cebrail’e adanan bir ikinci kilise yapılmıştır. Buraya en son VI. Leon döneminde azizlerden St. Lazarus adına yaptırılan bir kilise eklendi ve bu kilise İstanbul’un Osmanlılarca alınmasına dek varlığını sürdürdü.

Hodegetria Manastırı ve Ayazması
Bugünkü Cankurtaran bö lgesinde yer alan Hodegetria Manastırı ve Ayazması, orta ve geç Bizans döneminde Konstantinopolis’in en önemli ibadet yerlerinden biriydi. Manastırın yapım tarihini 9.yy’dan öncelere götüren bir takım iddialar mevcutsa da bunu kanı tlayan somut bir veri yoktur.

İmparator Mihael zamanında inşa edilmiş yahut süslenmiş olan manastır, daha sonraları 12.yy’da Paleoglos Hanedanı ’nın bir üyesince onartılmıştır.

11.yy’ın sonları ndan itibaren kilisede yer alan özel bir Meryem Ana ikonası çok ünlendi ve halk aras? ?nda mucizelere yol açtığı yönünde söylentiler çıkınca kilise ziyaretçi akınına uğramaya başladı. Sonraki dönemlerde şehir Latin ya da Haçlı ordularının istilasına uğradığında ikona onların eline geçmesin diye Pondakrator Kilisesi’ne/Zeyrek Camii’ne götürülmüştü. Bir süre orada kaldıktan ve şehir istiladan kurtulduktan sonra 1261’de İmparator VIII. Mihael Paleologos’un tören ayininde en önde kiliseye taşındı ve sonra da yine Hodegetria Manastırı’na yerleştirildi.

Kilise 13. yy’ın sonlarında Antakya Patrikliği’ne bağışlandı, manastır binası ise Konstantinopolis’i ziyaret eden Suriyeli hacılara misafirhane olarak hizmet etti.

Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarına dek ayakta kalan manastırı ziyaret eden hacıların anlatımlarından Mucizevi ikonadan söz edildiği kaynaklarda zikredilmektedir. 1453’te İstanbul’un alınması esnasında manastırda bulunan bu mucizevi ikona Kora Manastırı’na (Kariye Camii) götürülmüş ve onun önünde düşman işgalinin sona ermesi için topluca ayin yapılmıştır, ancak şehir düştükten sonra Osmanlı askerleri İkonayı ele geçirmiş ve tahrip etmişlerdir.

Manastırın orijinal ismi olan “hodegon” Rumca’da “önderler, öncüler, liderler” gibi anlamlar içeriyor. İsim manastırda bulunan ayazmayı ziyarete gelen ve şifa bulmayı umut eden kör hacıları buraya getiren keşişlerden dolayı konmuştu. Söz konusu ayazmadan sonraki dönemlerde çok ender olarak söz edilir olmuştur ki bunun nedeni ya ayazmanın kaynağının kurumuş olması ya da herhangi bir nedenle kaybolmuş olma olasılığı olabileceği gibi, ayazmanın şifa verici yan? ?nın azalması ile gözden düşmesi de olabilir. Sonraki dönemlerde iyileştirici g? ?ç ayazmadan, kilisede bulunan Meryem Ana ikonuna geçince ayazmadan da daha az söz edilir olma olasılığı akla yakın gözükmektedir. Bu tarihten sonra manast? ?rın adı değişmiş ve “kadın önder” anlamına gelen “Hodegetria” olarak anılmaya başlanmıştı r.

Kaynaklardan elde edilen bilgiler doğrultusunda manastırın yerini tespit edecek olursak manastır, Ayasofya’nın doğusunda bugünkü Ahırkapı sınırları içerisinde bulunuyordu. 1923 yılında Gülhane Hastanesi’nin olduğu yerde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan heksogonal (sekizgen) yapı nın manastırın ayazması olduğu düşünülmüşse de önde kavisli bir portikosu (kapısı) ortada bir havuzu bulunan ve hücrelerden oluşan bu yapının adı bilinmeyen bir Bizans dönemi hamamı ya da aynı şekilde bir saray olabileceği ihtimali daha akla yakın gelmiştir.

Bukoleon ya da Bus Kaileon Sarayı
Marmara kıyısında, bugünkü Cankurtaran ile Kumkapı arasında ve Ç atladıkapı’nın bulunduğu yere bitişik bir mevkide, Küçü kayasofya’nın doğu ucunda yer alıyordu. Bir sahilsaray olarak yapılan bina hakkındaki ilk bilgiler 9.yy ortaları ile 13.yy arasını kapsayan ve Orta Bizans dönemi olarak anılan devire ilişkindir. Dolayısıyla sarayın liman ile eş zamanlı olarak yapıldığı ve tarihinin daha gerilere gittiği yönündeki iddialar herhangi bir kanıta dayanmadığından geçerli değildir. Bu çerçevede eldeki somut bilgilere dayanarak sarayın II. Teodosıus tarafından yaptırıldığı söylenebilir. Bilinen ve zamanımıza dek ulaşan bölümleri ise daha sonra İmparator Teofilios zamanında ilave edilmiştir.

Faros denilen fener burcu ile İmparatorluk iskelesi olarak kullanılan burunun arasında kalan bölgede sahil surlarının üzerinde uzanan sarayın temelinde ilkçağlardan kalan mermer bloklar kullanılmıştır. Sur duvarlarının arasından görülebilen ve uzunluğu yaklaşık 300 metreyi bulan ? ?n cephe, iki ana bölümden oluşuyordu. Öndeki küçük limanla sarayı birbirine bağlayan ve güney-kuzey doğrultusundaki kısa bir duvarın içinden geçen merdivenle bu iki bölüm birbirinden ayrılıyordu. Sarayın batı bölümü 1870’lerde yapılan demiryolu hattı nedeniyle tahrip olarak yok olmuştur. Bu bö lümün her iki yanında saraya ismini veren aslan (bus kaileon) heykellerinin süslediği cumba yer alıyordu.

Sarayın doğu yakası ise halen ayaktadır. Gün? ?müze kadar ulaşan bu kısımdan yola çıkarak dış cephenin, birbirini takip eden, tuğladan örülmüş tonozlarca (kemerler) örtülmüş mekanlardan meydana geldiği söylenebilir. Bir dizi halinde sıralanmış mermer çerçeveli pencereler ile kapıyla Marmara’ya açılan sahilsarayının ön kısmında, duvara saplanmış bir haldeki mermer konsolların taşıdığı bir balkonunun olduğu görülebilmektedir.

Sarayın Faros yakasında bulunan mekanlar, zengin bezemelere sahip sütunlar ile süslenmişti. Bunlara ait olduğu saptanan alt paye gö vdelerinden bir kaçı halihazırda İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Doğu yakasında ayrıca değişik biçimler taşıyan zarif süslemeli başka sü tun başlıkları da vardı. Bunlardan geriye kalan bir kaçı, çevrede korunaksız bir biçimde duruyor.

Bukoleon Limanı
Sarayın önünde bulunan ve saraya ait kayıklar ile İmparatorluk gemilerinden bazılarını barındıran liman, sarayın ön cephesinin bulunduğu yerin batı yakası ile Çatladıkapı arasında uzanıyordu. Liman denizden bir dalgakıranla ayrılıyordu. Başlıca görevi imparatorluk sarayına hizmet vermek olduğundan diğer limanlara oranla oldukça mü tevazı boyutlarda yapılmıştı. 1960 yılında yapılan sahil yolunun yapımına dek mendireğe ait bazı kalıntılar görülebiliyordu.

Saray ve limanın adının imparatorluğun pagan geçmişinden gelen bir isim olduğu açı ktır, kimi kaynaklarda limana ismini veren sözcüğün “bukalos” yani “çoban”dan geldiği belirtilir. Bizans ortaçağında ise bu isim “ bus kaileon” a dönüşmüştür, buna da neden olan yapısal unsur ise limanı süsleyen ve bir boğa ile bir aslanı birbirleri ile mücadele ederken gösteren heykeller olmuştur.

İstanbul’un Bizans ve Osmanlı dönemindeki limanları nı inceleyen tarihçi Wolfgang Müller’e göre başlangıçta basit bir iskele halinde olsa da burada muhtemelen daha Bizans’ın ilk zamanlarında, mendirek ile korunan bir liman mevcuttu. Yalnızca imparatorluk gemilerine ayrılmış bulunan limanda gemilerin bakımı ile barınmasına yönelik hizmet veren tesislerin bulunup bulunmadığına dair elde somut bir bilgi bulunmamaktadır. Liman söz konusu iş levinin yanında, imparatorların ve saray mensuplarının deniz yolculuklarında ve üst düzey ziyaretçilerin ziyaretleri esnasında kullanılı yordu.

Faros
Ahırkapı ile Küçük Ayasofya arasındaki Büyük Saray’ın güneydoğusunda yer alan Faros, Bizans döneminde şehre denizden yaklaşan gemilere yolunu göstermek amacıyla inşa edilmiş olan fener kulesiydi. Yapım tarihi bilinmemekle birlikte, erken Bizans dönemine ait olduğu sanılmaktadır. Askeri amaçlarla da kullanılan Faros 9.yy’da, işaret ateşlerinden oluşan bir zincirin son noktası olarak, doğu sınırlarındaki Arap akınlarını başkente haber veriyordu. Faros hakkındaki bilgilerimiz Bizans kaynaklarının dışında b? ?yük oranda 1390’da şehre gelen Rus hacılardan ve 1420’de Konstantinopolis’e de gelen İtalyan Seyyah Boundelmonti’nin anlattıklar? ?ndan kaynaklanmaktadır. Buna göre Faros silindirik bir yapıdaydı ve en üst kat? ?nda, dört sütunla çevrilmiş camların ardında yanan bir ateş vardı.

Fener büyük olasılıkla deniz surlarındaki 32 numaralı kulenin ya da burcun üzerinde inşa edilmişti. Ve Bukoleon Sarayı’nın hemen doğusunda saray duvarlarına 10. yy’da eklenen bölümün denizle buluştuğu noktada yerde bulunuyordu. Faros bugün Osmanlı dönemine ait takviye inşaatı ile kaplı bir haldedir.

Meryem Ana ya da Faros Kilisesi
Faros adı ile de bilinen bu kilise fenerin hemen arkasında uzanan Büyük Saray’ın alt taraçasının olduğu yerde bulunuyordu. Kilise Bizans’ta kutsal emanetlerin yer aldığı ve muhtemelen özel ayin günlerinde de sergilenerek ayin yapılan bir hazine dairesi gibiydi ve bu yüzden de Bizans’ın en özel ve en kutsal kilisesiydi. Burada saklanan bu ç ok özel kutsal emanetler arasında İsa’nın çarmıha gerildiği gün ü zerinde olan ve kefen olarak kabul edilen elbisesi ve yine çarmıha germe esnasında kullanıldığı iddia edilen eşyalar bulunuyordu.

1204 senesinde Konstantinopolis’i yerle bir eden Latin İşgali esnasında şehirde bulunan pek ? ?ok askeri, sivil ve dini yapı gibi bu kilise de yağmalandı, tahrip edildi. Kilise bu olaydan sonra işgal atlatılmasına rağmen terkedilmiş bir halde yıkılmaya bırakıldı ve Fatih dönemine kadar ulaşamadan yok oldu.

Ahırkapı Feneri
Ahırkapı’da Marmara surları ile sahil yolu arasında Ahırkapı meydanına açılan sur kapısına girmeden önce kıyıda yer almaktadı r.

III. Osman tarafından 1735 yılında yaptırılmıştır. Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa nezaretinde inşa edilen bu ilk Osmanlı feneri Marmara surlar? ?nın Oluk Kapısı mevkiindeki bir burcunun üzerinde ahşap olarak yaptırı lmıştı. Fenerin bakımı ve işletmesi önceleri bostan ocağındaydı, fenerin yanmasını sağlayan yağ kandillerinin yakıtı olan yağ ise Topkapı Sarayı ’ndan temin ediliyordu. Abdülhamid döneminde bu uygulama değişmiş ve fenerin bakım ve işletmesi gedik usulüne bağlanmıştır. Bu uygulama ile fenerin bakımı babadan oğula geçmiş ve bu gelenek günümüze dek değişmeden gelmiştir.

Ahırkapı Feneri ahşap olduğu dönemlerde birkaç kez yangın geçirerek harap olduğundan, 1857’de Abdülmecid tarafından yeniden, ancak bu kez taştan inşa ettirilmiştir. Fener günümüze dek, çeşitli zamanlarda onarımlar geçirerek gelmiştir.

Fener kulesi dıştan bütü nü ile sıvanmış ve gövdesi de tamamen beyaza boyanmıştır. Fener kulesinin silindirik biçimli gövdesi, siyah, metal bir çember ile donatılmıştır. Camdan bir kafesin içinde yer alan fener, üzerine oturduğu ve korkuluğa dönüştürülmüş olan kare tabanlı balkon kaide üzerine yerleştirilmiştir. Çokgen bir prizmayı andı ran ve minare şerefelerine benzeyen balkon küçük konsollar ve şebekeli korkuluklarla desteklenmektedir. Yaklaşık 40 metre yükseklikteki bir kulenin tepesinde yer alan ve cam koruyucu içinde muhafaza edilen fener ise, iki saniye aralıklarla olmak kaydıyla dört saniye süresince ışık vermektedir.

Akbıyık Hamamı
Ahırkapı Akbıyık Mahallesi’nde Akbıyık Caddesi’nin sonunda, tren köprüsünün deniz tarafında, Keresteci Hakkı Sokağı’nın köşesinde yer almaktadır.

İstanbul’da günümüze kadar ulaşabilmiş tarihi hamamlar içinde en eskilerden birisidir. Bir çifte hamam olarak inşa edilen yapının kadınlar kısmı günümüzde de çalı şmaya devam etmekte, buna mukabil erkeler kısmı ise halihazırda çalış mamaktadır. Nitekim çalışmayan erkekler kısmı orijinal yapısını da muhafaza etmemektedir. 1956-57 yıllarında yapıyı yenilmek için yapılan tamiratlar esnasında yapılan yanlış uygulamalar nedeni ile erkekler kısmının orijinalliği bozulmuştur. Buna karşılık yapı plan olarak ilk yapıldığı gü nkü halini muhafaza etmektedir.

Akbıyık Hamamı İstanbul’daki tarihi hamamlar içinde en eskilerden birisi olmakla birlikte, bunlar içinde nispeten az bir ö neme sahiptir, bundan dolayı da, tarihi hamamlar içerisinde az bir yer tutmaktadır. 1946 yılında onarım geçirdiği esnada bir restorasyon kurbanı olan yapının camekanlı kısmı, kiremit ile örülmüştür. Ortasında yerleştirilmiş olan ve yine kiremitle örtülen aydınlık feneri de bu onarım esnasında yerleştirilmiştir. Erkekler kısmında var olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilen, ancak günümüzde olmayan fıskiyeli havuzun ise günümüze kadar gelmemiş olmasının nedeni bilinmemektedir.

Giriş bugün kahve ocağının bulunduğu bölümde yer alan antre kısmının yanında, soğukluğa geçiş de söz konusu kahve ocağının yanında bulunan kapıdandır. Soyunma odaları ise üst katta ve iki adettir, burada uzun bir peyke de yer almaktadır. Akbıyık Hamamı’nın sıcaklık kısmıysa dört kubbe altında bulunan, üç bölümden oluş maktadır. Bu bölümlerden ilki, tek kubbeli ve dört köşe bir göbektaşı ile bunun çevresinde dizili bulunan kurnalardan oluşmaktadır. Bu kurnalardan birinin etrafı duvar ile çevrilerek halvet kısmı haline getirilmiştir. Sıcaklık kısmı nın ikinci bölümüyse küçük bir kubbenin altında iki kurnalı bir halvetten oluşmaktadır. Bu bölümün solunda da birisi küçük, diğeri ise ona oranla daha büyük kubbelerin örttüğü bir başka sıcaklık birimi bulunmaktadır. Bu kı sım da bir duvarla ikiye bölünerek üç ayrı odacık halinde bir bölüm haline getirilmiştir. Yanlarda yer alan bölümlerse yarım duvarlar halinde bölünerek, ikisi tek, ikisiyse çift kurnadan ibaret dört halvet olarak yapılmıştır. Aynı plan her iki yanda da simetrik olarak izlenebilmektedir.

Yapının dış görünüş ü bir hamamdan ziyade, birbirine yapışık bir yapılar kompleksi izlenimi vermektedir.

Akbıyık Mescidi ve Tekkesi
Eminönü İlçesi, Ahı rkapı semtinde Akbıyık Caddesi ile Akbıyık Camii Sokağı’nın kavşak noktasında bulunmaktadır.

Banisi, Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerinin halifelerinden, II. Murad ve Fatih devirlerinde ünlenmiş bulunan “Şems-i Hüdâ” mahlası ile bilinen sufilerden Akbıyık Dede’dir (asıl ismi; Abdullah Ahmed Muhyiddin ya da Mehmed Muhyiddin yahut Şemsî’dir). Mahalleye de adını veren yapının kurucusu olan bu zat bir Bayrami dervişidir.

Mescidin kesin inşa tarihi bilinmemektedir, her ne kadar bu zatın söz konusu mescidi İstanbul’un alınmasını takiben yaptırdığı yönünde yayg? ?n bir kanı olmakla birlikte, 1546 tarihli vakıf defterlerinde yer alan kimi ibarelerden bu bilginin doğruluğu şüpheli duruma düşmektedir. Öte yandan mescidin vakfiyesinin tescil tarihi 1464 olduğu için, her ne kadar İstanbul’un alınmasını mü teakip olmasa da hayli erken tarihlerde, yani vakfiyenin tescil tarihinden az önce kurulduğu düşünülebilir ki, bu da hayli erken bir tarihtir. Bu nedenle Akbıyık Mescidi’nin İstanbul’da ilk yapılan mescidlerden birisi olduğunu sö yleyebiliriz. Mescidin İstanbul’da inşa edilen camiler içinde kıbleye en yakın doğrultuda inşa edilmiş ilk dini yapı olması nedeni ile halk arasındaki adının, “Evvel-i Kıble” (Önceki Kıble) ya da “İmamü’l mescid” (Mescidlerin Önderi) olduğu da kaynaklarda belirtilmektedir

Dikdörtgen bir plana sahip olan mescid ahşap çatılı ve 192 metrekare iç alana sahiptir. Duvar kalınlığı 90 cm’dir. Tek şerefeli minare eski gövde ve şerefesini halen muhafaza etmektedir. Akbıyık Mescidi’ne vakıf olarak 864 akçe gelir getiren tek katlı iki ev ile 500 akçe gelirli bir bahçe bırakılmış, bundan imama günlük 2, müezzine 1 akçe maaş olarak ayrılmıştır.

Akbıyık Mescidi’nin sonraki tarihlerde bir takım ek vakıflar ile gelirleri arttırılmış, mescid zamanın ve doğa koşullarının yıpratıcı etkisi ile çeşitli dönemlerde onarım geçirmiş, yapıya ek olarak başka hayır eserlerinin de eklenmesiyle ortaya küçük ölçekli bir külliye çıkmıştır.

Zamanla yapının kendisine de bir takım eklemeler yapılmıştır, minber kısmı Darüssade Ağası Mustafa Ağa tarafından ilave edilmiştir ve böylece mescit camiye dönüşmüştür.

Yapıyı küçük çaplı külliyeye dönüştüren eklemeler ise ç ok sonraki süreçlerin sonucudur. Bu anlamda ilk olarak vakfiye defterlerinde adı Hü ssam bin Abdurrahman olarak geçen bir hayırsever, daha sonraki senelerde bu mescit/caminin yanına (1535 senesinde) bir mektep yaptırmıştır. Yazıcı Mehmed ismini taşıyan bir başka hayırsever ise 1793 senesinde minarenin karşı sına bir şadırvan yaptırtmıştır. Daha sonra bu şadırvanın suyu ç alınınca bu kez söz konusu zatın kızı Hacce Hanım, 19.yy’da bu ? ?adırvanı yenileyerek ihya etmiştir. Yapı son olarak 1950’lerde Türkiye Anıtlar Derneği İstanbul şubesince ve semt halkının da yardımları ile yenilenmiştir.

Akbıyık Tekkesi’nin ise vakfiyede yer almamakla birlikte muhtemelen mescitle aynı zamanda yahut, mescit yapıldıktan kısa bir süre sonra 1484 senesinde yaptırıldığı, bir başka vakıf defterindeki kayıtlardan anlaşılmış bulunmaktadır. Zaman içinde ortadan kalkan tekke, 17.yy ortaları nda dönemin güçlü Veziriazamı Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa tarafı ndan yeniden tesis edilmiştir. Tekkenin postuna ise Halveti tarikatından Çarhacı Şeyh Ahmed Efendi geçmiştir. Böylece tekke yıllar sonra başka bir tarikatın hakimiyetine geçmiştir. Başlangıçta Akbıyık Dede’den dolayı Bayrami olan tekke, 17.yy’da Halvetilerin, sonraki süreçlerde 18.yy’da ise Cerrahiliğin bir kolunun, son onarım gördüğü zamanlarda ise Kadiriliğin hizmeti altında olmuştur. Tekkelerin kapatılmasından sonra harap düşerek onarılmayan tekke binası ne yazık ki günümüze kadar ulaşmamıştır.

Çift fonksiyonlu bir tesis olarak Akbıyık Mescit-Tekkesi’nin mimari özellikleri bütün ayrıntıları yla bilinmemektedir. Yine de, geçirmiş olduğu üç aşamada tevhidhane olarak kullanılan mescit ile bunun avlusu etrafında sıralanan birtakım ahşap binalardan müteşekil bir yapı olarak düşünülebilir. Daha sonradan yapıya eklenen ve mescidin avlusunda bulunan mektebin zemin katının tekke olarak kullanıldığı, bundan başka iki adet çift katlı binanın varolduğu bilinmektedir. Avlunun batı kesiminde yer alan ve halihazırda cami yaşatma ve yaptırma derneğinin olduğu yerde ahşap binalardan haremlik ve selamlık binalarının bulunduğu tahmin edilmektedir.

Geçen yüzyılın sonlarında yeni baştan yapılan mescit -tevhidhane bölümü kagir duvarlı, ahşap çatılı ve mimari özellikler bakı mımdan dikkat çekecek unsurlar bulundurmayan sıradan bir binadı r.

Mescid de, tevhidhane de enine ve dikdörtgen planlı olan, kapalı bir son cemaat yeri ile harim (kadınların namaz kıldığı bölüm) kısmından meydana gelen bir yapıdır. Moloz ve taş örgülü, sıvalı bir halde bulunan, on biri harim bölümüne ait, toplam on yedi adet olan dikdörtgen açıklıklı ve demir parmaklıkla muhafazaya alınmış büyük pencereler bu bölümde sı ralanmaktadırlar.

Cumhuriyet döneminde geçirdiği onarımla yenilenen son cemaat yerinin üst kısmındaki bölüm üstte bulunan mahfil olarak değ erlendirilmiş, üst katı taşıyan betonarme sütunların arasına harim kısmı na açılan pencereler yerleştirilmiştir. Duvarları bel hizasına gelecek kadar koyu yeşil renk fayanslar ile kaplanmış olan harim mekanın üst kısmıysa bir tekne tavan ile örtülmüştür. Tavan süslemeleri olarak yapılan nakışlar ise boyanarak yok edilmiştir.

Ahşaptan yapılmış olan mihrap ve minber ise tarz olarak yapıldığı yüzyılın sonlarında ortaya çıkan eklektik bir zevk anlayışını yansıtır mahiyettedir.

Minareninse, yerleştirildiği yerin kitlesinden taşkınlık yapan kaidesi çokgendir, pahlı yüzeylerle oluşturulan pabuç kısmı ise kaide gibi ilk yapılan orijinal binadan kalmadır. Pabuçtan sonraysa silindir gövdeyle, üç sıra testere silmenin taşıdığı, geometrik dü zenli şerefe gelmektedir. Soğan biçimi taşıyan bir kubbecik olarak tasarlanmış olan kurşun kaplamalı ahşap külahla, minare sona ermektedir.

Yapıda genellikle orijinal binadan kalan unsurlar çok az olmakla birlikte, mescit-tevhidhane kı smının güneydoğu köşesinde yer alan pahın üzerinde bulunan bademli dolgunun ilk inşa sırasında kalmış olması ise kuvvetle muhtemel gözü kmektedir.

Ahşap oyma tekniği ile yapılmış, siyah zemin üzerine sarı yaldız sülüs hatlı mihrap ayetiyle, talik hatla nakşedilmiş “Yâ Hazret-i Bilal-ı Habeşi” levhaları, ayrıca II. Mahmud döneminin estetik beğenisini yansıtan, helezonik biçimli, yivli pirinçten mihrap şamdanları ile yine aynı dönemin tarzını taşıyan sedef kakmalı rahle binada en çok göze çarpan eşyalardı r.

Hazire kısmının duvarlarında ise sokağa açılan parmaklıklı ziyaret pencereleri mevcuttur. Kendisi Bursa’da yaptırmış olduğu ve günü müze kadar ulaşamamış bulunan imaret ile zaviyenin yanında bulunan türbede gömülü olsa da, Akbıyık Dede Hz’lerine burada bir makam kabri yapı lmıştır, bu makam kabri mescit-tevhidhane bölümünün duvarının önü nde bulunmaktadır.

Kapuağası -Mahmud Ağa Camii
Ahırkapı ’dan Sultanahmet’e çıkarken, kendi adı ile anılan sokakta yer almaktadır. “Kapı Ağası Camii” olarak da bilinir.

Banisi Babüssade Ağası Hadım Mahmud Ağa, mimarı Mimar Sinan’dır. Farsça yazılı olan kitabesinde ise 1553 senesinde yapıldığı yazılmaktadır. Cami, medrese, mekteb ve çeşmeden oluşan bir külliye olarak yapılan ya da gelişen yapılar topluluğundan günümüze sadece cami ve yıkık mekteb duvarları intikal etmiştir. Cami ise 1776, 1825 yıllarında iki kere yanmış ve iki kez onarım görmüş, en son 1895 senesinde çıkan meşhur Hocapaşa yangını esnas? ?nda harap olmuş, daha sonra yeniden inşa edilmiştir.

Caminin bugünkü hali orijinal olmaktan çok uzaktır, dolayısı ile caminin orijinal mimarisi bilinmemektedir.

Camiyi çevreleyen pencereler ince uzun, sivri kemerli ve büyüktür. Kiremitle örülen camiyi 1 metre 50 santim kalınlığındaki duvarları çevrelemektedir. Kare planlı harim kısmı ise onarım görmeden önce kubbeli olarak inşa edilmiş olabileceği izlenimi vermektedir.

İshak Paşa Camii
Eminönü İlç esi’nde Cankurtaran Mahallesi’nde, Bâb-ı Hümayun’dan Ahı rkapı Meydanı’na inen ve adını taşıyan mahallede İshak Paşa Caddesi üzerinde yer alır. Banisi Fatih dönemi sadrazamlarından ve Bayezid dönemi ricalinden Sadrazam İshak Paşa’dır. O dönemde yanında camiye gelir getirmesi amacıyla vakfedilerek yaptırılan hamamı ve günümüze kadar ulaş amamış olan mektebi ile küçük çaplı bir külliye olarak yaptırılmıştı.

Caminin yapılış tarihi ile ilgili net bir bilgi olmamakla birlikte 1487 senesinde vefat eden İshak Paşa’nın ölümünden önce ve son şeklini alan vakfiyeye bakarak 1485 sonları olabileceği düşünülebilir. Minberini ise daha sonra Fatih’in vezirlerinden Mehmet Paşa koydurtmuştur.

Paşa, İstanbul’da Boğazkesen’de bir hamam ile yine İstanbul’da yaptı rdığı diğer hamama bitişik 4 dükkanı bu mescide vakfetmiştir. Vakfiyede İmama 4’ü imamet, 3’ü çocukların okutulması için toplam 7 akçe vazife vermektedir. İmamın fakih ve hafız olmasını şart koşmaktadır. Mü ezzine ise kayyım vazifesi ile birlikte 3 hasır, kandil yağı ve diğer malzemeye günde iki dirhem tayin etmektedir.

Yapının giriş kısmındaki yan yana üç kitabeden, caminin 1704’te vakıf mütevellisinden Mehmed Ağa, 1732’de Bağdatlı Yahya Ağa ve 1811’de Padişah Üçüncü Selim’in üç üncü eşi Tab’ısafa Kadın tarafından, birbirlerini izleyecek biçimde ç eşitli zamanlarda tamir ettirildiği anlaşılmaktadır. 1918 yılında Cankurtaran Mahallesi’ni baştanbaşa saran yangında harap olan cami ve hamamı onarılmıştır. Son onarım gördüğü tarih 1951 olan cami, bu onarım sı rasında iyice elden geçirilerek ciddi bir değişiklik geçirmiştir. Tamamı ile moloz taştan inşa edilen caminin, tek kubbesi sekiz köşeli dış kasnağa oturmuştur. Yüksek, mütenasip 2 göz revaklı, yandan kapılıdır. Harabe halindeyken 1951 yılında yapılan tamir esansında duvarları kalın sıva ile kaplanmış, ancak sonraki yıllarda bu sıvalar dökülerek duvar yüzü ortaya çıkmıştır. Caminin duvarında üç sıra pencere vardır. Kasnak ise sağırdır. Caminin iç kısmının herhangi bir özelliği kalmamıştır. Caminin avlu kapısından harem kapısına kadar camlı bir yol yapılmıştır.

Cami, kare planlı ve kubbeli bir harim ile kare planlı ve kubbeli olmak üzere iki birimden oluşan bir son cemaat yerinden oluşacak biçimde inşa edilmiştir. Harim kısmının kuzey duvarında bulunan izlerden, yapının son onarım esnasında yenilenmemiş olan son cemaat yerindeki kubbelerinin yuvarlak kemerlere oturduğu anlaşılmıştı r.

Harimin girişi kuzey cephesinin soluna (doğu kesimine) kaydırılmış, aynı cephede yer alan iki pencerenin arasına yapının ekseninde olmadığı halde küçük bir son cemaat yeri mihrabı yerleştirilmiştir. Moloz taşlar ile örü lü bulunan cephelerde, iki sıra halinde yerleştirilmiş dörder pencere yer almaktadır. Alttaki pencerelerin dikdörtgen açıklıkları mermer söveler ile kuşatılmış, topuzlu demir parmaklıklarla ile donatılmış ve tuğla örgülü sivri hafifletme kemerleri ile taçlandırılmıştır. Kurşun kaplı kubbe içerisinde pandantiflerle, dışarıdan sekizgen prizma biçiminde bir kaide üzerine oturur. Beden duvarların? ?n ve kasnağın saçakları testere dişli silmelerle oluşturulmuş tur.

Harimin kuzeybatı köşesinde yer alan minare, kesme küfeki taşı ile örülmüş, yarım sekizgen biçimindeki bir kaide üzerine oturur. Silindir biçimindeki, tuğla örgülü gövdesinde küfeki taşından üç adet beyaz taş bilezik dikkati çeker.

İshak Paşa Hamamı
Eminönü İlçesi’nde Cankurtaran Mahallesi’nde Ahırkapı Meydanı’na inen yolda İshak Paşa Camii’nin batısında yer almaktadır.

Cami ile birlikte yapı lan hamamın da yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hamam günümüzde depo ve imalathane olarak kullanılmaktadır. Sıcaklığın ve ılıklığın bazı kesimleri yıkılmış, geriye kalan ve artık bir hayli yıkık duruma gelmiş olan kesimlerde sonradan imalathanece açılan kapılarla özgün tasarımlarını ö nemli ölçüde yitirmiş bulunmaktadır.

Sadece hamam olarak tasarlanan yapının duvarları kaba yontma küfeki taşıyla yapılmış, üstteki kubbe ve tonozlar ise tuğla ile örülmüştür. Kare planlı ve soğukluk kubbesi ile örtülm? ?ştür. Kubbeye geçiş, prizmatik üçgenlerin dolguladığı tromplarla sağ lanmıştır. Giriş cephesi ile bunun solunda yer alan cephede, soğukluk kısmı nı aydınlatan, üç sıra halinde düzenlenmiş pencereler görülmektedir. Sı caklıkta Türk hamam mimarisinin en eski ve en yaygın biçimi olan dört eyvanlı plan uygulanmıştır. Kare planlı ve kubbeli köşe halvetlerinden birisi ılıklık olarak değerlendirilmiştir. Köşeleri pahlanmış kare planlı ve kubbeli merkezi birim göbektaşını barındırır.
Dört yönde bunu kuşatan eyvanlardan ikisi dilimli yarım kubbelerle, ikisi de yıldız tonozlarla örtülüdür. Köşe halvetlerine pahlı köşelerden geçiş sağlanmıştır. Ilıklık bölümüne açılan helanın varlığı temel izlerinden tespit edilmiştir.

Hekimoğlu Ali Paşa Validesi Çeşmesi
Ahırkapı’da Akbıyık Camii ile Ahırkapı Sokağı’nın kesiştiği yerde köşede bulunmaktadır. II. Mahmud dönemi sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa’nın validesi için yaptırdığı bu çeşmenin, yapım tarihi 1734’tür.

Dönemin estetik zevkini yans? ?tan çeşmenin beyaz mermerden yapılmış ön cephesinde görülen eksikliklere ve kopmuş bulunan suluklarına rağmen bu eserin 18.yy’ın çok seçkin bir örneğini oluşturduğu söylenebilir. Yatay bir biçimde yerleştirilen dikdörtgen biç iminde tasarlanan yapının ön cephesinde, dikey eksende gelişen üç ünite olu? ?turulmuştur. Ortada dışa doğru taşırılmış, birbirine sivri bir kemerle bağ lanmış iki ayak arasına aynataşı yerleştirilmiştir. Aynataşının önünde iki tarafında yer alan birer dinlenme taşı olan bir tekne vardır. Yan taraftaki üniteler birer sulukla zenginleştirilmiştir.

Simetrik süslemelere sahip yan ünitelerde ise üstte bir yarım rozet çiçeğini andıran, küçük istiridye biçimini taşıyan nişle taçlandırılarak estetik yönden zenginleştirilmiş suluk yer alır. Ters dö nmüş bir palmetin üzerine yerleştirilen sulukların kaseleri ne yazık ki bugün mevcut değildir. İstiridye niş üzerindeyse iki tarafı hurma dalı ile sonlanan bir yelpaze motifi görülür. Onun da üstünde yayvan taşlara yerleştirilmiş iki tarafta birer m? ?sır motifi ile süslenmiş armut ağaçlı panolar yer alır.

Çeşmenin farklı plastik nitelikler arz eden panolarındaki mısır motiflerinde belki de “M? ?sırlı” lakabını kullanan bir ustanın yüksek kabartmalar ile üç boyutlu çalışmalara doğru gelişim gösteren sanatının izlerini görmek mü mkün olmaktadır.

Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin Evi
Ahırkapı’da Armada Otel’i geçtikten sonra Akbıyık Mescidi’ne doğru çıkan yolun başında, Akbıyık Mescidi’nin hem en karşısında, Yenikapı Mevlevihanesi’nin yetiştirmiş olduğu en büyük klasik Türk müziği üstadlarından Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin, ölene kadar bu semtte yaşadığı evi yer almaktadı r.

Dede Efendi’nin 1997’de müze haline getirilen evi günü müzde klasik Türk müziğini yaşatmaya çalışan musikişinasların buluşma noktası durumunda. Ev, üç katlı, cumbalı, ahşap bir konak. Evin girişi bir konferans salonu gibi düzenlendiğinden pazar günleri musiki severler fasıl düzenliyor. Üst katında Dede Efendi’nin meşk odası bulunuyor. Burada düzenlenen musiki sohbetleri ve meşk esnasında fonda çalan neyin tınısı, tahta merdivenlerde ayaklarınızın çıkarttığı gıcırtılara karışı yor.

Şehzadebaşı’nda doğan İsmail Dede Efendi’ye “Hammamizade” lakabı babasının geçimini hamam işletmeciliği ile sağladığı için verilmiştir. Çok küçük yaşta ilahi okurken sesinin güzelliği ilkokul öğretmeni tarafından keşfedilen, dönemin musiki üstadlarından Uncuzade Mehmet Efendi’den ders alan İsmail Dede Efendi, ilköğrenimi bitirdikten sonra bir yanda Uncuzade’nin derslerine devam ederken, diğer yandan da Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam etti. Orada Mevlevihane’nin postnişini ve devrinin musiki üstadlarından Şeyh Ali Nutki Dede’nin derslerini izledi, ancak Dede Efendi’nin aslı üstadı olarak Mevlevihane’nin musiki kuramcısı ve şeyhin kardeşi olan Abdülbaki Nasır Dede bilinir. Ney üflemeyi ondan öğrendiği söylenir. Mevlevihane’de aynı zamanda derviş olarak seyr-i sülukunu da sü rdüren Dede Efendi, 1799’da çilesini doldurarak “dede” unvanı nı kullanmaya hak kazandı. III. Selim tarafından da iltifatlara mazhar olan Dede Efendi bu dönemde sarayda dersler verirken, saraydan bir kadınla evlendi ve halihazırda Ah? ?rkapı-Akbıyık’ta bulunan kiraladığı eve taşındı. Dede Efendi şimdi müze olan evinde ölmedi. Hacca gittiği esnada koleraya yakalanarak hayatı nı kaybeden bu büyük üstad, Türk musikisinin en çok eser veren bestekârlar? ?ndan oldu.

Ahırkapı Büyük Roman Orkestrası
700 yıl kadar evvel, Balkanlar’a ilk geldikleri zamandan beri Roman Çingeneleri Avrupa’n? ?n bir parçası olmuşlardır. Kendilerini, insan veya kişi anlamına gelen “Rom” kökünden gelen “Roman” olarak adlandırırlar ve konuştukları dile de “Romanca” demişlerdir. Türkiye’de de Osmanlı döneminde daha çok Trakya illerinden İstanbul’a gelen Romanlar yahut çingeneler, bir yandan demirci ustası olarak çalıştırılırlarken, diğer yandan pek de rahat olamamışlar, Osmanlı’nın ataerkil yapısı ile kendilerinin göçebe toplumsal yapılarından getirdikleri, yerleşik toplumlarla çoğu kez uyuşma sorunu yaşanan ahlaki değerleri ve eğlence düşkünü hayat biçimleri nedeni ile zaman zaman sürgün edilmişlerdir. Marmara kıyısındaki sur kapıları iç erisinde Samatya’da mekan tutmuşlarken buradaki Ermeniler ile uyuşmadı klarından dolayı devrin sadrazamına şikayet edilmişler, paşa da onları buradan sürmüştür. İstanbul’un çeşitli bölgelerine dağılan çingenelerin mesken tuttukları yerlerden birisi de burası olmuştur.

Ahırkapı, Türk Romanlarının uzun yıllardan bu yana yerleşik hayata geçtiği semtlerinden biridir. Ahırkapı Roman Orkestrası’nın çıkarttığı müzik albümü, Ahırkapı semtinde mesken tutmuş Türk Romanlarının geleneksel yaşam tarzını, müzik yoluyla ifade ettikleri uzun, titiz ve yorucu bir çalışmanın ürü nüdür.

Ahırkapı Büyük Roman Orkestrası, aynı mahallede b? ?yümüş, kader birliği yapmış 26 müzisyenin biraraya gelerek oluşturduğu T? ?rkiye’nin en büyük roman orkestrasıdır.
Yıllarca sokaklarda ve bulabildikleri her platformda kendi kültürlerini müzik vasıtasıyla ifade etmeye çal? ?şan roman müzisyenler, Armada Otel’in sahibi Kasım Zoto’nun ç abalarıyla biraraya gelerek orkestra halini almış ve Sony ile yaptıkları dünya ç apında anlaşma sonucu ilk albümlerinin kayıtlarını tamamlamışlardı r.

Kaynakça
- Sarkis Sarraf Hovhannesyan, Payitaht İstanbul’un Tarihçesi, Çev: E.Hançer, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1996
- E.Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, Cilt IV, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1987
- E.Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskan ve Nüfusu, Ankara, 1958
- Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi,Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994
- P.Ğ. İnciyan, 18. Asırda İstanbul Hayatı, Çev: Hrand D. Andreasyan, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1976
- Necdet Sakaoğlu, Nasıl Bir Şehirde Yaşıyoruz, İstanbul’un Tarihi Kimliği, S.10 Kentim İstanbul-İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayını, 2003
- Eminö nü Camileri, Mehmet Doğru, Yüksel Kanar, Süleyman Mollaibrahimoğlu, Mehmet Ali Aslan, Kemal Kızgın, Eminönü Camileri, İstanbul Diyanet Vakfı Eminönü Şubesi Yayınları, İstanbul, 1987
- Wolfgang Müller-Wıener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı, S: 9, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul- 1998
- Orhan Erdenen, Adım Adım İstanbul, Ahırkapı Feneri’nden Rumeli Hisarı’na 2700 yıllık bir yolculuk, Kentim İstanbul-İstanbul Büyü kşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, S: 5-6, 2003
- Doğan Kuban, DBİA Arkadiani Maddesi, Cilt 1, S: 305
- Semavi Eyice, DBİA Büyük Saray Maddesi, Cilt 2, S: 346-447
- Semavi Eyice, DBİA Aslanhane Maddesi, Cilt 1, S:325-326
- Albrecht Berger, DBİA Topoi Maddesi Cilt 7, S:294-298
- Semavi Eyice, DBİA Mangana Sarayı Maddesi, Cilt 5, S: 295-296
- DBİA Bukoleon Sarayı maddesi, Cilt: 2, S:327
- Albrecht Berger, DBİA Hodgetria Maddesi, Cilt 3, S: 82
- Albrecht Berger, DBİA Bukoleon Limanı Maddesi, Cilt: 2, S:327
- Albrecht Berger, DBİA, Faros Maddesi, C: 3, S:258
- DBİA, Ahırkapı Feneri Maddesi C:1, S:104
- Ziya Nur Sezer, DBİA Akbıyık Hamamı Maddesi Cilt I, S:153
- Baha Tanman, DBİA Akbıyık Mescidi ve Tekkesi Maddesi, Cilt I, S:152-153
- Emine Naza, DBİA Mahmud Ağa Camii Maddesi C: 6, S: 265
- M. Baha Tanman, DBİA İshak Paşa Cami Maddesi, Cilt 6, S:197
- M. Baha Tanman, DBİA İshak Paşa Hamamı Maddesi, Cilt: 6, S: 19

0

« Previous Posts

Powered by Blogger. Designed by elogi. Converted by Smashing Blogger for LiteThemes.com. Proudly powered by Blogger.